Sayfalar

ASANSÖRDE SARILMIŞTIK




asansörde sarılmıştık 
hücum etti düşün düşüşünün tersine
 hiçin tesellisini taşırırken omzuna 
 batardı kursağıma 
bir rakıya karıştığında
bulanık bir  sofrada  
-ki tadı damağımda- 

tütünün dumanında
gözlerin kanlanınca
yandığında
eski püskü bir notada
daldığında
minneti geciken an'a 

bakışındaki çalkantıya
 dahil  edildiğim anda 
ve 
akışındaki pıhtı olduğumda

 bir küfrün saflığında 
bir inancı sorguladığında bile
asansörde sarılmıştık

bağlamıştık
inceldiği yerden kopanı 

NAKED


 
   Labirent sokakların birinde tecavüz ederken görüyoruz Johnny'yi (David Thewlis). Kaybolmuş hayatların, sokakların birinde düşündüğü tek şey sevişmek veya tecavüz etmek. Sevişme veya tecavüz sonrasında gelen duygular üzerine devletten veya polisten kaçma isteği uyanıyor içinde. Orgazm kısmi bir ölüm ise ve bunun getirdiği heyecan bir sonuç ise varoluşunu bu kaçmadan sonra sorguluyor veya belli bir kesimini bize yansıtıyor yönetmen koltuğundan Mike Leigh.

   Johnny'nin çaldığı arabayla vardığı ilk nokta eski arkadaşı Louise'dir (Lesley Sharp). Fakat Louise işinde, gücündedir. Kapıda onu beklemeye koyulur. Bu sırada Louise'nin ev arkadaşı Sophie (Katrin Cartlidge) gelir. Ha hu he he gibi konuşmalardan sonra Sophie Johnny'yi eve davet eder. Çay içtikten sonra sevişirler falan filan.

   Üzülmek için nedenler arayan insanoğlunun karşısına çıkıp duran Johnny, karşılaştığı insanları sürekli olarak zorlar. Zorladığı insanlar aramızdaki güvenlik görevlileri, ev sahipleri, fahişelerdir. Modernizmin boş alanları koruduğu, gerçekten maddi ve manevi olarak bom boş alanlardan bahsediyorum, bir toplumda neden varoluşunu sorgulayasın ki. Şuan patronun sana verdiği boş alanı korumakla meşgulsun. Tüm avmlerdeki güvenlik görevlileri asla satın alamayacakları malları korumalı bir 12 saat.

   Johnny'nin karşılaştığı bir diğer insan ise beynini geliştirmekten çok pankreasın üstündeki kası geliştirmiş olan adamdır. Dış dünyadan soyutlanan libidonun egoya yönlendirilmesi sonucu oluşan narsizmin vücut bulmuş hali Jeremy'dir (Greg Cruttwell). Sürekli olarak evin içerisinde çıplak gezmesi gizli zenci veya afroamekikan değilse bunu belli ediyor.

 


   Darwinist bakış açısıyla Tanrı'nın, iyinin ve kötünün sorgulanışını, bir şirket kapısının önünde kitap okurken içeriye alan güvenlik görevlisi ile yapar. Bu diyalog filmin en etkileyici bölümüdür. Konuşma aynen şöyledir:


(...) Sana neye inandığımı söyleyeyim mi? Sen hiç bir şeye inanmıyorsun. Hayır, inanıyorum Brian. Öyle mi? Neye inanıyorsun? Sence amip bir kurbağaya doğru evrimleşeceğini düşünmüş müdür? Elbette düşünmemiştir. Ve ilk kurbağa kendini sudan dışarı atıp bir eş bulmak ya da... Bir yırtıcıyı duraksatmak için ses tellerini görevlendirdiğinde... O ilk varaklamasının dünyadaki bütün lisanlara ve edebiyata... Doğru evrimleşeceğini hiç hayal etmiş midir sence? Elbette öyle bir şey düşünmemiştir. Ve nasıl ki o kurbağa Shakespeare’i hiç tasavvur edemediyse... Biz de kaderimizi asla bilemeyiz. Ben kendi kaderimin ne olduğunu biliyorum. Evet, fakat tüm bu ortaya konan verilerden ah regresyonlardan... Ve ön bilgilerden ve şu astral seyahatsal zevzeklikten... Benim edinebildiğim izlenime göre sen sadece ilk çağlardan kalma bir... Hırıltı çıkarma sorunu yaşıyorsun... Çünkü evrim henüz sona ermedi. İnsanoğlu ne tamamen var oldu ne de tamamen yok oldu. Bak eğer zamanın tümünü tek bir yıl ile simgeleştirirsek... Biz ocağın ilk anlarındayız henüz. Daha gidecek uzun bir yol var. Sadece artık ilave uzuvlar kanatlar ya da yüzgeçler... Filizlenmeyecek bedenimizde çünkü evrimin kendisi de evrimleşiyor. Ve mesela sen algı dışı bir anımsama ile kendini bir zamanlar diyelim ki... 17. yüzyılda Amsterdam’da eski bir değirmende yasayan bir... Hollandalı kız olarak hayal ederken... Bir gün fark edeceksin ki sadece bir ya da iki geçmiş ya da gelecek... Varlığa sahip değilsin sen aslında var olmuş ve var olacak herkessin... Ya da her şeysin. Bekle bir dakika. Az önce kendinle çeliştin. Aa bunu nereden çıkardın? Alt katta dünyanın sonunu öngörmüştün. Şimdiyse gelecek hakkında konuşuyorsun. Bunu nasıl açıklayacaksın ha? Kolay. Mahşer günü geldiğinde mahşerin kendisi... O evrim sıçraması sürecinin bir parçası olmuş olacak. Evet. Her ne olursa olsun... İnsanoğlu yok olmayacaktır. Yok olmalı. Mahşerin en temel tanımında... İnsanoğlu en azından madde biçimini alıp doğru yok olacaktır. "Madde biçimi" derken ne demek istiyorsun? Evrimleşecek. Neye doğru? Maddenin ötesindeki bir şeye. Saf düşünceden oluşan türlere. Katılıyor musun? Evet. Hayalet gibi bir şey. Hayır, hayaletle alakası yok seni korkak ibne! Algı kapasitemizin dışında bir şeye. Evrensel bir bilince. Tanrıya ki o da aynı mantıkla... Zamanın ta kendisidir. Sen Tanrıya inanmıyorsun ki! Tanrıya elbette inanıyorum. Bak Brian sorun şu ki... Tanrı nefret dolu bir Tanrıdır. Bunun sebebi... Tanrı iyi olsaydı şeytanın dünyada ne işi olurdu? Acı nefret açgözlülük ve savaşlar neden var? Hiç mantıklı değil. Fakat eğer Tanrı boktan bir piç ise "dünyada iyilik neden var?" diye sorabilirsin. "Aşk umut ve zevk neden var?" diye sorabilirsin. Gel şununla yüzleşelim. İyi kötü tarafından düzülmek için vardır. İyinin yadsınamaz varlığı kötünün hava basmasını sağlar. Bu yüzden Tanrı kötüdür. Ve kaç tane geçmiş ya da gelecek varlığın olursa olsun... Bunların tümü acı ve ıstırap ve hastalık ve ölüm tarafından... Delik deşik edilecektir. Görüyorsun Brian Tanrı seni sevmiyor. Tanrı seni küçümsüyor. Yani hiç umut yok... Ve insanoğlu sadece şeytanın kendi kendini yarattığı... Cihazın bir bileşeni. Katılıyor musun? Temelde benim söylediğim... Bir kaç tane yumurta kırmadan omlet yapamazsın... Ve insanoğlu sadece kırık bir yumurtadır...

Ve omlet... Berbat kokuyor. *



CANNES'IN EN İYİSİ SESSİZ

"Ülkemin sessiz ve yalnız bırakılmış bütün kadınlarına..."

Cannes film festivalinde en iyi kısa film ödülünü Jean-Pierre Dardenne'den alan Rezan Yeşilbaş, konuşmasının sonunu bu cümleyle bitirdi.

Filmin baş rolünde Belçim Bilgin ve Cem Bender bulunuyor. 1984 yılında Diyarbakır'da tutuklu olan kocasına, cezaevi koşullarında yasak olmasına rağmen yeni bir çift ayakkabı götürmeye çalışan Zeynep'in hikayesi anlatılıyor. 


Kültür Bakanlığı ve Ntv'nin destekleriyle gerçekleşen film daha önceden Akbank kısa film yarışmasında da en iyi film ödülünü kazanmıştı.

"Hüküm" filmi ile kadın üçlemesine başlayan Rezan, ikinci filmi "Sessiz" ile Altın Palmiyeyi kazandı. Üçlemenin son filminin de senaryosu hazır imiş. 2008'den beri de Zeki Demirkubuz'un asistanlığını yapmaktadır. 

Sanırım şimdiden Yılmaz Güney, Nuri Bilge Ceylan ve Fatih Akın'ın yanına yerleşecek gibi duruyor. 







Ödül kazanan bütün filmler şöyle:

*Altın Palmiye: Michael Haneke - Amour

*Jüri Büyük Ödülü: Matteo Garrone - Reality

*En İyi Yönetmen: Carlos Reygadas - 'Post Tenebras Lux'

*En İyi Erkek Oyuncu: Mads Mikkelsen -'The Hunt' (Thomas Vinterberg)

*En İyi Kadın Oyuncu: Cosmina Stratan ve Cristina Flutur - 'Beyond the Hills' (Cristian Mungiu)

*En İyi Senaryo: Cristian Mungiu - 'Beyond the Hills'

*Jüri Özel Ödülü: Ken Loach - 'Angel's Share'

*Altın Kamera (Camera d'Or): 'Beasts of the Southern Wild' (Yön: Benh Zeitlin)

*Kısa Metraj: 'Sessiz' (Yön: Rezan Yeşilbaş)


HERKESİN KENDİ SİNEMASI - 8

Film: Happy Ending

Yönetmen: Ken Loach

   Futbol, Hitler ve komedi filmi arasında kalan baba ile oğlun, sinemaya girmeden önceki bilet kuyruğunda geçen diyaloglarını konu edinen Ken Loach, sinema salonlarına veya bilet kuyruklarına veya eğlence sektörüne karşı görüşlerini sergiliyor.



Ken Loach'ın bir diğer filmi buradan incelenebilir. 

HERKESİN KENDİ SİNEMASI - 7

Film: Absurda

Yönetmen: David Lynch

   2007'deki Cannes'ın doğum günü partisine katılan bir diğer isim ise David Lynch. Absurda isimli filmi ile sinema salonlarını tasvir ediyor.


                       

ÖLÜMCÜL DERECEDE KISA FİLM MANİFESTOSU


Philip Ilson'dan


  • Kısa filmler, konulu filmler için veya televizyona çıkmak için yapılmış birer kartvizit olarak kullanılmamalıdır.
  • Kısa filmler, yönetmenin sinematografi veya düzenlemdeki yeteneğini ispatlama amaçlı, teknik becerilerinin vitrini olmamalıdır.
  • Kısa filmler için en uygun süre koşulu olmamalıdır; birkaç saniye veya daha uzun olabilmelidirler.
  • Kısa filmlerin, son dakika dönüşüyle her şeyi sonuca bağlayan sınırlı bir sonu olmamalıdır, ama tanıtma yazısı dönmeye başladığında  devam edebilecekmiş hissi uyandırmalıdır.
  • Kısa filmler, izleyiciyi düşünerek yapılmamalıdır veya izleyicinin son dakikada bir olay olmasını veya mutlu sonla bitmesini isteyeceğine inanılmamalıdır.
  • Kısa filmler, türlerle sınırlandırılmamalıdır.
  • Kısa filmler, çalar satin susması ve ana karakterin, aydınlık bir odada uyanmasıyla başlamamalıdır.
  • Kısa filmler, sadece ve sadece yönetmen için yapılmalıdır, potansiyel izleyicilerin etkisi altında kalınmamalıdır. Bu, yönetmen adına mutlak dürüstlüğü ispatlayacaktır.


* Sinema Manifestoları, Hazırlayan Şenol Erdoğan

ÖLÜ ŞEHRİN RADYOSU


  Bir Kuzey Irak Pornosu alt başlığını taşıyan kitabın yazarı Şenol Erdoğan, klişelerden uzak bir askerlik anısı anlatıyor. Gidebileceği yer olmayan o zamanlar da yaşamının belli bir bölümünü geçiriyor. Bu zaman, zamanlar içinde gidebileceği tek yer düşünceleri, kafası. Bu kafanın içinde tıslayarak patlayan kolalar kedi tıslamasına benzetiyordu. Kola şişeleri içinden çıkan insanlar vardı. Bu insanlara bakarken dayak kelimesini düşünüyordu. Dayak kelimesini sürekli tekrar edince yekta kelimesine dönüştüğünü görüyordu. Kelimeler ile beraber dönüşen, değişen hayatlar karşısında şu cümleleri kuruyordu:

(...) "Dayak" tuhaf bir kelime: sopa yemek, kötek gibi...
Dayak olmazsa olmazlık.
"Yemek" ve "atmak", ikisi de, "dayak." -Yenebilen ve atılabilen bir şey dayak.
Sonra sırasını bozuyor düşündüklerinin:
"Dayak" öldürebilen bir şey.
"Dayak" delirtebilen bir şey.
Üstler altları döver.
Çavuşlar erleri -falan filan.
Dövmek zorunda kalırlar:
Yürüsün diye,
ölmesin diye. *

  Dayak kelimesini düşünürken varılabilecek bir sonuç mudur korkmak kelimesi bilinmez. Fakat O dayak kelimesinden önce korkmak kelimesini somut olarak birinin yüzünde net olarak görünce, korkmak ile ilgili düşüncelerini paylaşıyor:

(...) Bazan korkarsın, bazan herkes korkar, ama silahlı bir çatışmanın içinde varolamayacak tek şey korkudur; çadırın içinde korkarsın, yalnızlığından korkarsın, nehrin çağlamasıdır korku, suyun sesinden korkarsın, çakallar gecenin dibinde viyaklar ve bu korkudur, karanlığın dibine doğru batarsın, gecenin bir yarısı zifiri karanlıkta bir bataklıktır geçtiğin ve korku, sevgilini bir daha düzemeyeceğini  düşündüğünde korkuya kapılabilirsin ya da asla sucuklu yumurta yiyemeyeceğini düşünürsen de, ama bir mevzinin içinde, senin de bağlı olduğun, sana bağlı hayatların söz konusu olduğu tanımsız bir anlam bütünü dahilinde yeri olmayan tek duygudur korku. *

  "Al silahı vur onu" diyen bir sisteme karşı 15 yıldır içinde biriken siyah beyaz fotoğrafları cümlelere dönüştürüyor. Bu cümleler, siyah beyaz fotoğraflar bazen renkli fotoğraflara, bazen paragraflara dönüşüyor. Gülümsetiyor. Hüzünlendiriyor. Kitabın sonuna doğru Nazım Hikmet'in "Kız Çocuğu" şiirinden minik bir alıntı, sanırım ölü bedenleriyle, ölü şehirlerinde dünyanın radyosunu dinleyen tüm kağıt gibi yanan çocuklara bir selam.

Yıldız Kenter'den Nazım Hikmet'in "Kız Çocuğu" şiiri:


Ayrıca kitabın bazı bölümlerinden Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk'un sesli okumaları:


MODERN ZAMANLAR

"Modern insanın trajedisi, hayatının anlamını giderek daha az kavraması değil, bunun onu giderek daha az rahatsız etmesidir."

- Vaclav Havel


                  

Yönetmen: Aykut Alp Ersoy

ORADA

   Çalılıkların arasında sendeleyerek yanımıza geldi ve “Bunun kim olduğunu biliyor musunuz?” dedi. Anlayamayan bakışlarımızdan rahatsız olmuş gibi kafasını iki saattir dibinde oturduğumuz heykele çevirdi ve tekrar sordu; “Bunun kim olduğunu biliyor musunuz?” O an başımdan kaynar sular döküldü. Bu üniversitedeki 4. Yılımdı, orada bir pek çok kez oturmuş ve alkol almıştık ancak o heykelin kime ait olduğunu bilmiyorduk. Kolayca hayatta başarısız olmuş birisi olarak yaftalabileceğimiz, boş bira şişelerinin depozitolarıyla yemek ve içmek ihtiyacını temin eden, sendeleyen, 45 yaşlarındaki bu adam heykelin kime ait olduğunu biliyordu ve bize soruyordu. Kötü niyetli olmadığı besbelli; “Son gaziymiş bu, ben de bilmiyordum,” eliyle heykelin dibindeki küçük tabelayı göstererek “burada yazıyo’ burdan okudum” dedi. Öğrendiğimiz için teşekkür ettik, boş bira şişesini verdik. O da bir şey söylemek ister gibi derin bir nefes aldı, sendeledi. Neden sonra omuzlarını düşürdü, başını salladı ve ‘her neyse’ der gibi bir el işareti yaptı.


SİNEMANIN 100. YILI KARŞITI MANİFESTO


  Jonas Mekas'dan

    ''Hepinizin iyi bildiği gibi bu dünyayı ve üzerindeki her şeyi yaratan Tanrıydı ve tüm bunların harika olduğunu düşünüyordu. Tüm ressamlar, şairler ve müzisyenler yaradılışı şarkılarla kutluyorlardı ve her şey yolundaydı, ama gerçek değildi. Bir şeyler eksikti. O yüzden yüzyıl kadar önce Tanrı sinema kamerasını yaratmaya karar verdi ve bunu yaptı da. Sonra bir yönetmen yarattı dedi ki 'işte sana sinema kamerası diye bir alet. Şimdi git, film çek, yaradılışın ve insan ruhunun düşlerinin güzelliğini kutla ve bunun tadını çıkar.'

   Ama şeytan bundan hiç hoşlanmadı. Bu yüzden kameranın önüne bir torba dolusu para koydu ve yönetmenlere şöyle dedi 'bu aletle para kazanabilecekken neden dünyanın güzelliğini ve ruhunu kutlamak istiyorsunuz ki?' Ve, ister inanın ister inanmayın, tüm yönetmenler para torbasının peşine düştüler. Tanrı bir hata yaptığını fark etti. Yirmi beş yıl kadar sonra, hatasını düzeltmek üzere bağımsız avant-garde yönetmenleri yarattı ve şöyle dedi, 'İşte size kamera. Alın onu, dünyaya gidin ve tüm yaradılışın güzelliğinin şarkılarını söyleyin ve bunun tadını çıkarın. Ama bunu yaparken zor zamanlar geçireceksiniz ve bu aletle hiçbir zaman para kazanamayacaksınız.'

   İşte böyle konuştu Tanrı: Viking Eggeling, Germaine Dulac, Jean Epstein, Fernand Leger, Dmitri Kirsanoff, Marcel Duchamp, Hans Richter, Luis Bunuel, Man Ray, Cavalcanti, Jean Cocteau, Maya Deren, Sidney Peterson, Kenneth Anger, Gregory Markopoulos, Stan Brakhage, Marie Menken, Bruce Baillie, Francis Lee, Harry Smith, Jack Smith, Ken Jacobs, Ernie Gehr, Ron Rice, Michael Snow, Joseph Cornell, Peter Kubelka, Hollis Frampton, Barbara Rubin, Paul Sharits, Robert Beavers, Chistopher McLain, Kurt Kren, Robert Breer, Dore O, Isıdore Isou, Antonio De Bernardi, Maurice Lemaitre, Bruce Conner, Klaus Wyborny, Boris Lehman, Bruce Elder, Taka Iimura, Abigail Child, Andrew Noren ve pek çok diğeri ile. Dünyanın dört köşesinden pek çok yönetmenle. Onlar da Bolex'lerini, 8mm'lerini ve Super-8 kameralarını alıp bu dünyanın güzelliklerini ve insan ruhunun karmaşık macelarını filme almaya başladılar, üstelik bundan büyük bir keyif aldılar. Filmler hiç para getirmedi ve işe yarar bir amaca da hizmet etmedi.

   Dünyanın dört bir köşesindeki müzeler sinemanın yüzüncü doğum gününü kutluyorlar, bu onlara sinemanın yaptığı yüz milyonlarca dolara mal oluyor, Hollwoodlarına deli oluyorlar, ama avant-garde'lardan ya da
sinemamızın bağımsızlarından bahseden yok.

   Dünyanın pek çok yerindeki müzelerin, arşivlerin ve sinemateklerin broşürlerini, programlarını gördüm. Hepsi de 'biz sizin sinemanızla ilgilenmiyoruz' diyor. Büyüklüğün, görkemin, yüz milyonluk film yapımlarının devrinde ben insan ruhunun o ince ve ufak, küçük ve görünmez işlerinden konuşmak istiyorum, öyle ki bu işler açık ışık altında kaldıklarında ölürler. Sinemanın küçük formlarını kutlamak istiyorum, lirik formu, şiiri, suluboyaları, etüdü, karalamaları, portreyi, arabeski ve küçük 8mm şarkıları. Herkesin başarılı olup satış yapmak istediği bu zamanda, beni görünmezin, para ve ekmek getirmeyen güncel tarih, sanat tarihi ya da herhangi başka bir tarih yazmayan kişisel şeylerin peşine düşen, sosyal ve güvenlik olanı kucaklayanları kutlamak istiyorum. Ben birbirimiz için, birer dost olarak yaprığımız sanatın tarafındayım.

   Bilgi otoyolunun tam ortasında duruyorum ve gülümsüyorum, çünkü Çin'de bir yerlerdeki bir çiçeğin üzerindeki bir kelebek az önce kanatlarını çırptı ve ben tüm tarihin, kültürün bu kanat çırpışı yüzünden şiddetle değişeceğini biliyorum. Çalışmakta olan bir Super-8 milimetre kamera az önce bir yerlerde ufak bir ses çıkardı, New York'un aşağı doğu yakasında bir yerlerde ve dünya bir daha asla aynı olmayacak.

   Sinemanın gerçek tarihi görünmez bir tarihtir. Bir araya gelen, sevdikleri işi yapan dostların tarihi. Bizim için sinema, projektörün her çalışmaya başlarken çıkardığı sesle, kameralarımızın her çalışmasıyla başlar. Kameralarımızın çalışmaya başlarken çıkardığı sesle, kalplerimiz dostlarımıza doğru sıçrar.''



-Jonas Mekas'dan Sinemanın 100. Yılı Karşıtı Manifesto
(Jonas Mekas, 11 Şubat 1996, Amerikan Merkezi, Paris)

* Sinema Manifestoları, Hazırlayan Şenol Erdoğan

HERKESİN KENDİ SİNEMASI - 6

Film: It's a Dream

Yönetmen: Tsai Ming-liang

   Sinema salonlarında hayat geçer mi veya yaşanır mı, bu salonlar mezar olarak kullanılabilir mi, sigara içebilir miyiz sorularının cevap bulduğu bir film izliyoruz.



HANEKE'DEN DUYGUSAL BUZLAŞMA

 
 
   Michael Haneke 1974-86 yılları arasında yaptığı televizyon filmleri sonrasında 89'da artık sinemaya başlıyor. Televizyon izleyicilerini yeterince rahatsız ettikten sonra artık rahatsızlık verme sırası sinema seyircilerine gelmiştir. Yaşayan en büyük yönetmenlerden biri olan Haneke birçok üstat gibi 2. Dünya Savaşı çocuğudur. Kendi deyimiyle ''Kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler'' yapmaya başlıyor. Burjuvanın trajik şiirlerini yazmaya başlayan adam, sinemaya duygusal betonlaşma ile dalıyor.


The Seventh Continent


   Michale Haneke'nin duygusal buzlaşma veya kent üçlemesinin ilki. Aynı zamanda televizyon filmlerinden sonraki ilk filmi. Üç bölümden oluşan filmin ilk iki bölümünü atlatana üçüncü bölümde sürprizler bekliyor.

İlk Bölüm: Durum

   Haneke insanın rutin hayatındaki ''durum''ları anlatıyor. Jenerik ile beraber başlayan araba yıkama sahnesi çok uzun bir plan ile insanı sıkıntıdan patlatıyor. Arınma, temizlenme gibi kavramların önemi vurgulanıyor. Orta sınıf ve inançlı bir ailenin (Tanrı inancı) kendince olumsuz bir olay karşısında sergilediği eylemlerde: şiddet gibi, kızın kör oldum yalanı üzerine annenin tokadı ve ardından yazdığı mektupta kendisinin söylediği yalanlar. Araba yıkama sahneleri bir çeşit günah çıkarma işlemi olarak da görülebilir. Modernliğe tam teslimiyet halindeki insanın duyarsızlığı ailenin kahvaltı sofrasında, iş yerinde açıkça görülüyor. Bunu Benny'nin sözleri ile daha anlaşılır şekilde görüyoruz. ''Dışarıdaki dünyayı ekrandan izlemek bana daha sahici geliyor'' 

   Sabah 6'da uyanmak ve işe gitmek zorundasınızdır. Sabah 6'ya kadar sevişmeyi bitirmiş olmanız gerekir. Sevişme bittikten sonra radyodan gelen alarm sesinde ülkelerin birbirlerini tehdit etmesinin sizin üzerinizdeki etkilerini tahmin edememeniz, gelen zamlara karşılık ''Ben hep 50 liralık benzin alıyodum, zam geldiğine inanmıyorum'' demeniz sadece ve sadece sevişme sonrasındaki orgazm sigarası eksikliğindendir.



İkinci Bölüm: Kırılma noktası

   Ludist (makine-insan karşıtlığı) bir bakış açısına sahip bir bölüm diyebiliriz. İlk bölümde nesneler odaklı sahneler var iken bu bölümde parçalanan nesneler odaklı sahneler mevcut. Ailenin rutin hayatına bankadan tüm parasını güneyde narenciye yetiştirmek için, bir bakıma sözde huzur evresi (into the wild)
çekmesi üzerine seyircinin gözlerini biraz da olsa açıyor. Tamamen açtığı nokta ise tüm bu paraların klozette ebediyete uğurlanması. Ardından ''Nesneler bize asla sahip olamaz'' isyanı evin içindeki tüm nesnelere yansıyor. Son olarak akvaryuma sıra geliyor. Ailenin temsili olan akvaryumda bir balyoz darbesi
ile parçalanıyor. Küçük kızın tüm isyanına rağmen. Balıklar zemin üzerinde çırpınmaya başlıyorlar. Bize ne kadar benziyorlar değil mi? 
Tüm hayatınız bir balyoz darbesine bağlı. Bir başkasına...


Üçüncü Bölüm: Feci Son

   Bu bölümde artık geçmişi, nesneleri yani kendi hayatını yok ettikten sonra bir özgürleşme gerçekleşiyor. Özgürleşme gerçekleştikten sonra geriye sadece evindeki tüm nesneleri parçalanan ama duvarlara tek bir çizik bile atılmayan (o dönemdeki alman toplumu mu desem ne desem) yerlere vasiyet bırakmak kalıyor.

   Haneke'nin söyleşisinde izleyicilerden gelen tepkiler genellikle akvaryumun parçalanmasından sonra balıkların zemin üzerindeki çırpınışları ve paraların klozete atılış sahne imiş. En çok bunlara tepki vermişiz. Haneke'nin şikayeti ise filmin sonundaki feci sona neden bu kadar duyarsız kaldığımız. Bunun cevabını filmin sonundaki ''inkar'' ile yine kendisi veriyor. Diğer sorun ise paranın üstüne sifon çekilmesinin çocuğun ölümünden daha fazla vurgulanması, seyircinin filmi izledikten sonra "hakkaten benim algımda paranın yok edilmesi daha büyük bir tabu mu?" diye sorgulaması için bir numaradır. 

   Dikkat edilmesi gerekn diğer bir nokta ise filmin afişidir. Afişteki dalgaların aktığı tarafa, kumsala ve dağlara dikkatlice bakınız.

''Ulaşılmaz olmaya hakkınız yok, devlet buna izin vermiyor'' dediler.  




Benny's Video

   Duygusal buzlaşma veya kent üçlemesinin ikinci filmi. Aslında ikisinin bir karmaşası olarak duygusal betonlaşma demek daha doğru bir tanım olsa gerek. İlk filmin etkileriyle Benny'nin videosu başlıyor.

   Benny'nin hikayesi bir domuz öldürülürken videoya alması üzerine başlıyor. Domuzun öldürülüşünü başa sarıp yeniden izliyor ve kasedin ilk başında domuz ''canlıdır''. Biz canlıyızdır. Benny'nin hayatı ve mutluluğu videodur.

Orta sınıfa veya daha alt bir sınıfa ait olan kızı video dükkanının önünde gördükten sonra eve davet etmesiyle kendi videosunun baş rol oyuncusunu yaratır. Odanın perdeleri kapalı, dışarıyı kamerayı bağladığı ekrandan izler. Benny için manzara bu ekrandır. Kız domuzu kastederek ''Sen bir ölüm mü gördün''
sorusuna Benny rahatlıkla hayır cevabını veriyor. Ülkemizde özellikle kurban bayramında sıkça görülen bu tür durumlardan büyüyen çocuğu belli bir sürede televizyon karşısına oturttuğumuzda alacağımız sonuç buna benzer olacaktır.

“Çocuklar duygusal ya da entelektüel destek verilmeksizin televizyonun önünde bırakılırsa, 
onlar için Saraybosna’daki bir cesetle ‘terminatör’deki bir ceset arasında gerçeklik açısından bir fark kalmaz… Benny aslında ne yaptığının farkında değil, çünkü videolarda tek yapmanız gereken filmleri geri almak, böylece ölen insanlar yeniden canlanır.” 
– Michael Haneke

   Duygusal betonlaşmanın başladığı nokta ise Benny'nin, ölüm duygusunu tatmak için ya da kıza tattırmak için kızı öldürmesidir. Bu olayı videoya alır. Videoyu başa aldığında hala kızın yaşadığını gören Benny bu duygudan ''yine'' yoksun kalıyor. Ailesine izlettikten sonra ise televizyonu kapatıyor ve olay tamamen kendi zihninde sonlanıyor. Ailenin olay karşısındaki duyarsızlığı, babanın ''siz en iyisi mi güney sahillerine
belli bir süre narenciye yetiştirmeye gidin, gerisini ben hallederim'' düşüncesi üzerine anne ve oğul Mısır maceralarına başlarlar. Filmin çoğu noktasında burjuvaziye eleştiri getirilirken, en çok eleştiri getirildiği nokta ise bu Mısır maceralarındaki tavla oynandığı sahne. Birincisi o nasıl bir burjuvaziliktir ki kocaman zarlarla oynuyorsunuz, ikincisi tavlada her oyuncunun kendine ait bir çift zarı yoktur.

   
   Burjuvazi demişken, filmde Benny'nin kumandası önemli bir yere sahip. Kumanda burjuvanın elindeyken geri sarıp bir olaya ''kaza'' diyebiliyor, kendilerinin yaptığı bir kaza ise, video tamamen siliniyor, manipüle ediliyor. Ütopik bir örnek olarak, 11 Eylül saldırısı sonrasında CNN kanalının yaptığı yayınlar.

   Kızın öldürülürken gösterilmemesinin nedeni tahminimce The Seventh Continent filmi sonrasındaki eleştirilerden dolayı. Ve yine eleştirilerden dolayı cesedin temizlenme sahnesi daha uzun, aynı The Seventh Continent filmindeki paraların klozete atılıp üstüne sifon çekilmesi sahnesinin uzun bir şekilde gösterilmesi gibi. Benny'nin kafasından cinayeti tamamen sildiğini bardağa süt koyarken yarısının dışarıya dökülmesi üzerine bezi alıp aynen cesedin çevresindeki gibi temizlemesinde ve her hangi bir duygusal durum hissetmemesi, Haneke'nin deyimiyle duygusal buzlaşmanın gerçekleşmesi.



71 Fragments of a Chronology of Chance

   Haneke'nin 1994 yapımı duygusal buzlaşma serisinin son filmidir kendileri. 71 plandan oluşan film adını buradan alır. 

   Diğer iki filme göre içerisinde biraz daha fazla medya eleştirisi bulunuyor. Medyanın insan üzerindeki etkilerinin farkına varılmadan nasıl değişim ve dönüşüme uğradığı, sık sık haber bültenlerine bağlanarak görüyoruz. Bu haber bültenlerinde yine Yugoslavya'da ki iç savaş, İrlanda'da ki İra saldırıları, Türkiye'de ise Pkk'nın bir köy kahvesini taramasını izliyoruz. Filmin bir bölümünde de göçmen çocuğun gazete bayisinin önündeyken Cumhuriyet gazetesinin Pkk ile ilgili manşetinin görüyoruz. 

   Farklı hayatların birbirleriyle kesişmesi, dönüşmesi, değişmesi üzerine giden film, bu hayatları ya da parçaları kendimizce tamamlayıp yorumlamamıza olanak sağlıyor. Zira herkesin parçası birbirine bağlı. Buna benzer başka bir sahneyi de 2008'de David Fincher'ın ''The Curious Case of Benjamin Button'' filminde göreceğiz. Bu bağ içerisindeki yaşamda gerçekleşen olayların nedenini galiba hiç bir zaman bilemeyeceğiz. İstasyon görevlisinin ''Cinayet neden işlendi'' sorusuna verdiği cevap Haneke'nin bize katıldığını görebiliriz. Şöyle ki:

''Bilemiyorum, çok saçma...''

ULUSLARARASI İŞÇİ FİLMLERİ FESTİVALİ

Emeğin festivali başlıyor: Şimdi 'özgürlük' vakti

   Festivalin yedinci yılı ''Özgürlük Emek İster'' temasıyla başlıyor. 1-7 Mayıs tarihleri arasında İzmir, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul'da gerçekleşiyor.

   Türkiye'den ve dünyanın dört bir yanından, emekçilerin yaşamlarını ve mücadele deneyimlerini 57 film ile izleyiciye sunulacak. 

   Adı emek filmleriyle özdeşleşen İngiliz yönetmen Ken Loach'un birçok filminin senaryosuna imza atan usta Britanyalı sinemacı Paul Laverty bu yılki festivale konuk olacak.  ABD'den ''Fukuşima Bir Daha Asla'' filminin yönetmeni Steve Zeltzer, yine ABD'den ''Veritas: Harward'ın Gizli Tarihi'' filminin yönetmeni Shin Eun-Jung, Hindistan'dan ''Trans Halinde'' filminin yönetmenleri Ekta Mittal ve Yasha Swinii, Japon sinemacı Fumiaki Kojima festivalin diğer konukları arasında yer alıyor. 

   Açılışta Paul Laverty'nin senaryosunu yazdığı, Iciar Bollain imzalı, Gael Garcia Bernal'in başrolünde yer aldığı ''Yağmuru Bile'' filmi gösterilecek. Bolivya'da su hizmetlerinin piyasalaştırılmasını sömürgecilik ve emperyalizmin tarihi temelinde çarpıcı biçimde anlatan filmin gösterimiyle geçtiğimiz yıl Hopa'da su hakkı mücadelesinde yaşamını yitiren Metin Lokumcu ve dünyanın tüm Metin Lokumcu'larına selam yollanmış olacak. 

Festival filmlerinden fragmanlar:




Daha detaylı bilgi için buraya tıklayınız.

NOT: TÜM GÖSTERİMLER ÜCRETSİZDİR

HERKESİN KENDİ SİNEMASI - 5

Film: Trois Minutes

Yönetmen: Theo Angelopoluos