Sayfalar

Perfect Sense

Bizi biz yapan seçimlerimizden biri de ''mükemmel duyular''dır. ''Yeryüzündeki son aşk'' değildir.

Mükemmelliyeti tartışıla dursun modernizmin hatta post modernizmin varabileceği son nokta bu duyuları yitirmektir. Yanar dağların patlamasına, denizlerin kabarmasına gerek yoktur. Hissiyatsızlık devam ettiği sürece, ''hayat devam ediyor'' dendiği sürece bu felaketin sonu kaçınılmazdır.


Öncelikle koku alma duyunuz yok olur. Eğer var oluş nedeniniz soyunuzun devamı ise eş seçiminde önemli rolü olan koku, bunda sonra devre dışında kalmıştır. Artık nasıl görünüyorsan öyle gel vardır.

Yaşasın Darwin!

Koku alma duyusunun yok oluşundan sonra tat alma yok olur. Hayatta kalmak için sadece un ve yağ yeterlidir. Müşterilere pekin ördeği sunmanın bir öneminin kalmadığı bir dünya. Çok ama çok pahalı bir brendi ile ispirtonun farkı nedir?

Yaşasın Jack Daniels!

Tat alma yok olur, başka bir zevk ediniriz. İşitmeye devam ederiz. Restoranların bütün özelliği, servis kalitesi yemeklerin lezzetinden çok daha önemli olur. Şarabın bardağa konuluş sesi, kadeh tokuşturmak.

Yaşasın Öküzgözü!

Öfke, kızgınlık, nefret ve sonra bir duyunun daha kaybedilmesi. Sağır olmak. Sevinçle karşıladığınız, sinirle açtığınız, ağladığınız, uyuya kaldığınız telefon konuşmalarının hiç biri yok.

Kahrolsun Demet Akalın!

''İnsanlar kendilerini en kötü ihtimale hazırlıyorlar. Ama en iyi ihtimalin gerçekleşmesini umuyorlar. Kendileri için önemli olan şeylere yoğunlaşıyorlar''. Sadece görüyorlar. ''Önceleri Buzul Çağı'nın yavaş yavaş geldiği düşünülüyordu. Buz tanelerinin yavaş yavaş yayıldıkları, hava sıcaklığının yavaş yavaş düştüğü sanılıyordu. Fakat geçenlerde midelerinde öğütülmemiş yemek bulunan mamut fosilleri keşfedildi. Soğuk onları aniden vurmuş olmalı. Karanlık da Dünya'nın üzerine böyle çöküyor''.

Son olarak dokunmak kalıyor. Görmenin ve işitmenin yok oluşu ile beraber sinemanın yok oluşu gerçekleşiyor. Dokunma ile sinema sanatı tekrar hayat bulur mu bilinmez ama bir dokunuş ile ''aşk'' hayat bulur ve hayat öylece devam eder.

The Stoning of Soraya M.

Her şey, 1986'da Freidoune Sahebjam'ın dinlediği bir olayı, dünyaya duyurmasıyla başlar. Freidoune arabası bozulduğu için durduğu İran'ın Kupayeh köyünde Zahra ile tanışır ve ''based on a true story/gerçek bir olaydan esinlenilmiştir'' kalıbını bize insanlığı tekrar ve tekrar sorgulatacak şekilde anlatır.

İran'ın Türkiye gösteriminin engellenmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı'na defalarca başvurması, gösterimi engellemedi. 45 bine yakın bir gişe elde etti.

Yönetmenliğini Cyrus Nowrasteh'in yaptığı filmde, Zahra karakterini üstün bir performansla Shohreh Aghdashloo, Soraya'yı Mozhan Marno, Freidoune Sahebjam karakterini ise Jim Caviezel canlandırıyor.

Film, 14. yüzyılın İranlı şairi Hafız-ı Şirazi'nin dizeleriyle başlıyor.

Olmayan riyakarlık edenlerden
Bir yanda yüksek sesle
Kuran'ı dillendirirken
Öte yanda ahlaksızlığını
Sakladığını zannedenlerden
İnsanın iyi-kötü kavramlarına, İslama ve şeriat uygulamalarına, cinsiyet ayrımcılığına yönelik bir film. Aslında bu kavramlara karşı bir eleştiri söz konusu ama yersen (bkz: günümüz Türkiye'sinde kadının yeri, kadın cinayetleri). İnsanlık olarak iyilik ve kötülük kavramlarını var olduğumuz sürece tartışabiliriz ama bunun ayrımını galiba o taşı atan ile at(a)mayan arasında görebiliriz. Ali'nin erkek çocuklarına söylediği gibi ''Bu dünya erkeklerin değil!''

Özet: ''Bir insana bunu nasıl yaparsınız?''

Film ile ilgili tek sıkıntım, kulaklarım sürekli olarak Azam Ali'nin sesini aradı. Kendisi de İran kökenli olduğundan bu filmin müziklerinde kesinlikle yer almalıydı.

Bittikten sonrası dinlenebilir ise, dinlenecek şarkı: