Sayfalar

GALOŞSUZ GİRİLMEYEN VAROŞ

Kategorileşiyoruz günden güne , bunu bize yaptıransa dikte.Çocukların legosu değil sokakların egosu var artık.Kıbrıs Şehitleri'ndeki çakma converse liyle Gürçeşme'deki Tommy li aynı kişiydi , insanlar ne zaman semtini üzerine giydi ?
Bir adam vardır ışıktan uzaklaştıkça büyür gölgesi,  bir diğeri onun gölgesinde gizli.Buna alışman gerek ve dahi yarışman gölgenle.
Senin bir fikri seçmen o fikrin her zikrini ezber etmen demek değildi, sürünün peşinden gitmende. Amacım sürüden ayrılanın zırvasına girmeden tek başına bir sürü olabilmen.Siyasi bir yazıdan çok şahsi bir sızı bu zaten.
Takıldığım nokta zaten giden bir arabayı birde senin itmende .
Hey ! farkına var artık : Sen bir fikrin tekerleğisin yük bindikçe ezilir ,arabayı sağa sola çektikçe şişirilir ,eskiyince değiştirilirsin .Taşıdığın yükün peşindekilerin ilk kurşununu önce sen yersin.Sen istemezsen dönmezsin ve istemezsen ölmez.
Şık bir restorantta işkembe içemezdin ve şık bir kadına işkence edemezdin sen.Sen sen olalı bir yarım ekmek arası balıkçıda iskembe çekerdin ancak.
Tükürüğün bir kadındaki adın değil sigarada bıraktığın tadın olacaktı çoğu kez
Göğsünün üzerinde timsah ya da at olmadan göğsünün altına bakılmayacak olan ve hala bir kadın için bahçeden çiçek yolan adamsın.
Ait olmadığın kadarsın.
Sen Marlboro paketinin içindeki LM , rugan ayakkabının içinde kokansın .
Boş mideye kitlenen hesap üzerine gelen müesseseden çaysın
Sen konuşmak istedikçe avazın ağız kokuna takılacak, beynin olgunluğundan çok cebin dolgunluğuna bakacak.
Pencerenin kenarlarına belki kir yığılacak , hatta fakir bir şiir yazılacak hakkında.sonra çilli  bir kadın beni yıka yazacak ruhuna -sivri kırmızı tırnağıyla-
O vakit köşe bakkalın raflarındaki boşluk kadar  kaybolmuşluk doğuracaktın sende bir köşene .
Bir gülü aldığında zımparadan ellerine
O vakit cebine girebilecek kadar küçüldüm zannedince :
doğduğun mahalleye boyun borcu ödersin .
İki beşlik arası sıkışıp ter dökersin






BORNOVA


"Her şey olabildiğince basit olmalı, ama daha basit değil." -Albert Einstein


   Bornova'ya gitmem gerekene kadar her şey yolunda. Önceden evden çıkarken başlardı içimdeki sıkıntı. Şimdi durağa kadar sabrediyor. Bunalıyorum, sıkılıyorum. Bugün tekrar notlar tutmaya başlamamın nedeni, nedenini bilmemem; bunaltımın.


   Oysa her şey iyiydi üç gün öncesine değin. Okula gidiyor, iyi vakit geçiriyordum. Kendimi verimli bir birey gibi hissediyordum, şu anın tersine. Zihinsel hastalıkların, hastalık olup olmadığı felsefenin konusu olmuştur. Demek istediğim bir birey topluma yararlı olması için tedavi edilmeli mi? Yoksa birey bu durumda mutlu olamadığı için mi tedavi ediliyor? Ben ikinci görüşten yanayım, sistemin insanları sömürdüğü doğru olsa da, bu zihinsel halet-i ruhiye sağaltıldığında devletin doğrudan pragmatik bir fayda sağladığına inanmıyorum.
   
   Düşüncelerin ruhsal durum(duygu durum) üzerindeki ve tam tersinin feed-back mekanizmasına inanıyorum. Ancak düşünceleri tetikleyen bir güdü olmalı zira insan düşüncelerini de kolay kolay değiştiremiyor, duygularını değiştiremediği gibi.


   Gerçekten sıkıntılı bir gün geçirip geçirmeyeceğimi bilmiyorum. Aslında bu çıkarımların, kurguların doğru olmadığını kendime kanıtlamıştım. Kestirilen, görünen değildir. Yine de o günü yaşayıp, deneyimleme gücünü kendimde bulamıyorum. Araştırmam gereken "nedenlerden" sanıyorum, en önemlisi bu; çabuk pes ediyorum. Yoruluyorum.

YALNIZLIK VE DİĞERLERİ

   Kendimi bildim bileli zekamdan başka bir özelliğime itibar etmem. Tek başıma bıraksalar (...) her şeyin üstesinden rahatlıkla gelebileceğimi düşünüyorum. Yahut birisi ''gerçekten'' destek olsa. Yarım yamalak yanımda olunduğunda kendime verdiğim umudu, gücü paylaşıyor; inançlarıma inanmasını sağlamak için çaba sarfediyorum.

Gerekli olduğunda burada değildi.
Burda olduğunda gerekli değildi. 
Burda değildi ya, gitmiş de değildi. *

   Yazarları be büyük bestecileri hep çok sevdim. Her şeye rağmen devam etmeleri beni hep şaşırtmıştır. Bunu benim de başardığım da, bir gün, yirmi yaş bunaltısında bir genç, kendine çok yakın hissedecek. Biliyorum. Edebiyatın bir amacı da bu değil mi? Yalnızlık.

   Yalnız olduğumda, kitaplara, zeka oyunlarına ve akademik alanıma gömülüyorum, piyano dinliyorum. Bunlar beni tatmin eden aktivitelerdir. Ve çok az yazıyorum. Sanırım bunları daha sık ve daha düzenli yapmalıyım. Düşünsel yaşamın verdiği doyumu ve insanların arasında olmanın verdiği keyifi birleştiren bir alanı olmalı insanın. Bu alan insanın tutkusudur. Tutku keşfedilmeli, aksi taktirde ikisi de tek başlarına yetersiz kalıyor.

İRADE, DÜZEN VE DRAM

   Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek.* Kim olduğumuz gibi, neden yaptığımızı da bilmiyoruz. Geriye "Ne" ve "Nasıl" soruları kalıyor. Korkarım, bunlardan ötesini düşünmemek getiriyor çoğu insana mutluluğu. Mutluluk, doyum mudur? Bu soruya yanıtınızdan memnun musunuz? İnsanların bir kanıya kolayca varması beni daima şaşırtmıştır. Sık sık kendimi yaşayan ilk ve tek insan olarak tasavvur ederim.

   Düzensizliğin de bir düzen olduğuna, insanın tepkisiz kalmasının mümkün olmadığına inanırım. Bu noktada hepimiz gündelik rutinlere sahibiz. Mutlu değilsek, işe bu noktadan başlamak gerektiğine inanıyorum. Sigarayı bırakmak, uykuyu ve sporu düzene koymak, zihni yeni disiplinlerde eğitmek, akademik anlamda çalışmak, düzenli kitap okumak, tadında olan sosyallik standartlarımızı yükseltecektir. Aktif bir yaşam şüphesiz gereklidir. Yoksa "Hepimiz taşın üzerinde oturan bilgelere döneriz. Bu da ne kadar bilgece bilemiyorum." * Bunun için gerekli irade, o müthiş duygu ve düşünceleri saf dışı bırakma yetisi nasıl edinilebilir? Bir dramın çözümü yaptığını yapmamakta olabilir.


BAZILARI IŞIĞIN, BAZILARI GÖLGENİN PEŞİNE DÜŞTÜ *

   Her şeyden önce nesnel doğrunun olmadığını, birisinin ışığın öbürüne gölge ettiğini kabul ederim. Gerçekten merak ettiğim seçimin ne olduğu değil, nasıl yapıldığı.. Yazarlar ve okurlar kağıt yığınlarının, besteciler enstrümanlarının, yabancılar direksiyonun diğerleri de televizyonlarının başına geçtiler uzun bir günün ardından. Sizi temin ederim bu denemenin yazarı tutkusunu bulamadı. Umudumu yitirmiyorum; yapılabileceklerin hepsini yapmadım. Bunların bir kısmını yapamayacak, bir tanesi ise, umarım, tutkum olacak.
   Yaşamımı iyi, güçlü ve içten sürdürmeye çalışıyorum, "zor olan adam olmak değil, adam kalmak."***** biliyorum. Sadece ne yaşadığımdan emin olamıyorum. Basit bir şeymiş gibi; sadece.

YABANCI

   Birbirine gerçekten dürüst iki insanın iki yabancı olduğu görüşüne sahibim. Bu, genelde başta ve sonda olur. Gerçek ortaya çıkar, takke düşer. Bir insana kendimi açtıkça, yabancılığı yitirip yakınlaştığımı düşünmem ama aslında bunun tam tersinin olduğu görmek beni dehşete düşürüyor. Bu büyüyü bozmayan eşi, dostu arar dururum. Dünyanın -haddinden fazla- kalabalık olması sadece bu yönüyle içimi rahatlatır. Bu nedenle yollara düşen kayıp ruhları yadırgamamak gerekir. Senin de bazen "alıp başını çekip gitmek" istediğin olmuyor mu?

OKUMA-YAZMA: YEDİ YAŞINDA HAKSIZLIK

   İnsanın önce, bedenini farkına varmasını-beden beyini taşıyan bir araçtan fazlasıdır bence-, irade kazanmasını, okuma-yazma öğrenmesine yeğ tutarım. Okuma ve yazma etkiliğinin insanı nevroza sürüklediğine inanır mısınız? Nedense etrafımda mutlu okur ve ya yazar nadir buluyorum.Bu nedenle bazen bilimin huzurlu, kesin dünyasına bırakırım kendimi. Kafanın dolu olmasıyla karışık olmasının aynı şey olmadığının artık farkındayım.



Düşüncelerimde yanlış olabileceğimi memnuniyetle kabul ederim; yeterki gerekçeniz olsun.


DÜNYA TİYATRO GÜNÜ BİLDİRGESİ

   Tiyatronun kitleler üzerindeki etkinliğini 21. yüzyılı yaşadığımız şu dönemde kim yadsıyabilir? Yalnızca insanoğlunun içinde yaşadığı Dünya’yı yorumlamasını, sorunları irdelemesini, çözüm yolları aramasını istemeyenler ve kısa erimli çıkarları için onların izdüşümünde yürüyenler. Bu saydıklarım için tiyatro, güdülebilecekleri uyaran mekanizmalardan biridir çoğu kere. Çünkü sanatın muhalefet gücünden rahatsız olurlar. Hele tiyatro gibi büyük bir kompozisyonun muhalefet gücünden…
   Hep merak etmişimdir; birileri kalkıp ülkeleri yönetenler üzerinde bir anket düzenlese, son birkaç yıl içinde kaç kez tiyatroya gittiklerini sorgulasa nasıl bir sonuca ulaşırdı acaba?
   Tiyatro tarihi kitaplarının sayfalarını şöyle bir karıştıralım. O koca Roma İmparatorluğu Antik dönemden miras aldığı tiyatro hareketini neden salt bir eğlence olgusuna dönüştürdü? Kitlelerin uyanmasını istemediği için mi? Kilise önce aşağıladığı, engellediği tiyatroyu neden yeniden şekillendirerek Hristiyanlığı yayma, pekiştirme aracına dönüştürdü. Tiyatronun politik gücünü keşfettiğinden mi? Nasyonal sosyalizm neden sanatı tek boyutlu bir hale dönüştürmeye sıvandı?
   Bugün kapitalizm tiyatro sanatını bir meta olarak görmek eğiliminde. Suya sabuna dokunmayan ya da yalnızca parmaklarının ucunu ıslatarak ellerini yıkarmış görüntüsü veren bir tiyatro anlayışından yana. Duygusal komediler, farslar, vodviller, bulvar komedileri, revüler, tiyatronun zor şartlar içinde var olabilmesi için zorunluluk kisvesine bürünmekte. Biçimsel kaygılar özün önüne geçiyor. Ve böylece sanatın muhalefet gücü eritiliyor. Oysa yaşamımızdaki her eylem ya politik bir amaç taşır
ya da genelde sürdürülen bir politikadan herhangi bir şekilde etkilenir. Bu gestus kendiliğinden oluşabileceği gibi; düşünülerek, yorumlanarak ve iradi bir şekilde de yaşamımızı yönlendirebilir.
   İnsanlık tarihi hiçbir yüzyılda acılardan, kandan, baskıdan, ötekileştirmelerden kurtulamadı. Umutlar hep geleceğe kaydı. Sanat, özellikle tiyatro sanatı daha iyi, daha yaşanabilir bir Dünya için, insanoğlunun değişebilirliği için önemli bir etken. Şimdi bir an düşünelim; gerek Dünyanın, gerek ülkemizin yakın geleceğinde ışıklı, umut saçan günler görebiliyor muyuz? Göremiyorsak, günümüzü yaşamanın ötesinde bir şeyler yapmanın zamanı gelmiştir. Oyun yazarları, yönetmenler, oyuncular, tasarımcılar, sizlere sesleniyorum: Tiyatroya tarihsel, soylu misyonunu yeniden ve yeniden kazandırmanın zamanı gelmedi mi?

Erhan Gökgücü - Oyun yazarı, rejisör

HERKESİN KENDİ SİNEMASI - 3

Film: Where's My Romeo

Yönetmen: Abbas Kiarostami

   Araba fetişisti (bir rivayet) Abbas'ın bu sefer Cannes'ın sinema salonlarına dair filmlerinden dolayı malesef ki bir araba sahnesi yok. Bunun yerine İranlı kadınların gözünde Romeo ve Juliet var.



HERKESİN KENDİ SİNEMASI - 2

Film: War in Peace

Yönetmen: Wim Wenders

   O yıl Cannes için yapılan filmlerden belki de en etkileyici olan film War in Peace'dir. Bir yol yönetmeni olan Wim Wenders'ın Kongo nehrinin derinliklerini orada yaşayan insanlar ile anlatıyor. O nehir içinde ilk yıl barış, 100 yıl sömürge, 30 yıl askeri diktatörlük, 10 yıl iç savaş ve 5 milyon ölüm barındırıyor. Bunların hepsini bir sinema salonundan gelen sesler ile kulakları çınlaması üzerine algılıyoruz.





ÖYLE İŞTE. YİNE YAZAMADIM...

   Biz çok normal adamlar değiliz. Sizinde çok normal olduğunuz söylenemez. Dünyada herkes anormal sanki, belkide hepimiz normaliz. Yanlış zamanda yanlış yerde. Ya kusura bakma, insan eline kalemi alınca değişik şeyler yazmak istiyor. Ben pek anlamam bu işlerden. Sana o kadar çok mektup yazmayı denedim ki. Bir yerden sonra... Yırttım. Bu sefer üşeniyorum. Herhalde sana gönderemeyeceğim için, ya daha doğrusu bira içerek yazdığım için utandım herhalde.

   Kim bilir orada hava nasıl, kim bilir neleri özledin. Biraz salakça olacak ama burası da çok boktan. Sanki herkes katil. Ya da yalnız. Oradan çok fazla farkımız yok. Aslında var, biz daha geniş alanlarda yürüyüp daha fazla görüşme hakkına sahibiz. En büyük fark bu herhalde. Beni burada ayakta tutan dostlarım. Senide umarım bir şeyler ayakta tutuyordur. Ama eminim benden daha fazla sevenin var. Ben mücadele etmeyi senin kadar bilmiyorum, biz mücadele edenlerin peşindeyiz kimi zaman.

   Ben senden hoşlandım, ben çok iyi vakit geçirdim seninle, çok güzelsin. Sana hislerimi nedense hep en kötü cümlelerle anlatıyorum hep ya. Ya gerçekten sevmeyi bilmiyorum ben, ya da ne bileyim... Tuhaf oluyorum. Dışarı çıktığında bu mektubu sana vermek istiyorum ama biliyorum utanacağım ve veremeyeceğim. Olsun... Sana yazmasaydım içimde kalırdı. Sen içeride ben dışarıda. Siz içeride biz dışarıda. Ya öyle işte. Yine yazamadım...
                                                                                                                                 
                                                                                                                           

 Fotoğraf: Ayça Eren                                                                        

SOKAKLAR



Artık onu sevmediğimi fark ettim. Hayata dair hep az şey hissetmişimdir. Hissettiklerimin çoğunu karşılıksız bir aşka adamıştım. Hiç bir zaman satılık olmayacak bir oyuncağa para biriktirdim yıllarca. O oyuncak sokak lambasının ışığıyla parlamakta hala, ama artık karşısına geçip cebimi yoklamayacağım. 


Hayır, keskin değil artık o çakı.
Hayır, bu sigara onun için yakılmadı.
Hayır, bu kitabın sayfası onun için açılmadı.
Hayır, hiç romantik değil bunlar.


Güzel bir gün olmalıydı yarın. Geri dönüşü olmayan sokaklara girilmeliydi. Bir kadın oturmalıydı kaldırımda, kaldırıp başını bakmalıydı ben geçerken. Mana aranmamalıydı kirpiklerde. Sonra bir yola sapmalıydı, kimsenin, kimsenin gözyaşına ilişmediği. Beyaz mendillerin yasak edildiği, uçurumların serbest bırakıldığı.


Kör olabileceğim bir ülke arıyorum. Yastığımı kaldırıma koyup uyuyabileceğim bir mahalle. Sevgisizliğin boşluk yaratmadığı bir ev.


Saptığım o yolda, rastlamalıyım bir kadına. Gözyaşlarına ilişmeliyim yavaş yavaş, çıkarıp cebimden beyaz mendili silmeliyim yanaklarını yada bir şiir okuyup iyice ağlatmalıyım. Turgut Uyar'ı da sokmalıyım bu hikayeye. Şimdi otobüs gelir biner gidersin deyip kadına kalkmalıyım.


Ağlamalıyım bir süre, sakallarım ıslanmalı, ellerim titremeli.


Kalkmalıyım artık, kaldırımlarda yürüyüp geri dönmeliyim sokaklardan. 





HERKESİN KENDİ SİNEMASI - 1

Film: Dans L'Obscurite

Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne

    Dardenne kardeşlerin Cannes için hazırladığı kısa filmde yine kendi üslubunu sinema salonlarında gösteriyor. Hayatın eksik kalan bir yönünü sinema salonuna soktuğu yine bir sarışın çocuk ile, müzik ile seyirciyi cezbetmeden, sadece var olanı görerek etkilemeye çalışan kısacık bir film.

SENİ İHMAL EDEN ŞEY





Ve sen duygunun duymaktan gelen bir şey olduğunu unutmak istercesine , sahip olduğun oranda zalimsindir ve zalim olduğun oranda cazip olacaksındır. Darbeden kalınlaşan ve sessizce sızlaşan bir derinin altındaki kılcallar, o kılcallardan da kırılgansın.İçinde mağlup gelen ölmeyen yansın .
Bir fikrin var ve biraz bilgin .Buna rağmen savunabilirsin birkaç adamın diktelerini ama aynı an savurabilirsin de biraz kendini
Örneğin bir düğmeden fazlasını açabilirsin yakanın ve sökebilirsin köşesinden eğri duran yamanın
Bedenin de ruhunda bir o kadar eğreti duruyor .Zaman geçerken senden, biraz sen noksanlaşıyor
Belli ki klişe bir romanın ve birkaç uyuşmanın sonucuydun.Tuğlalarının arasından sızan dumandan anlaşılıyor ki epeydir hayatını bir zıvanaya dolduruyorsun.Ve kendinle girdiğin çelişkili ilişkide kendine de ilişmiyorsun.
Bilirsin
Bazı eski püsküler tamire götürülmez.İtinayla parlatılmış bir kumaşı lakırdıyla kandırılmış bir çift göze kakalardın.Sonra kendi içinden bakışını kaçırırdın
Kuyruğunu yakalardın falan ...
Tüm o kulaktan doğmaların ve pişmanlaşan yağmalarını bir kenara bırakırsak,savsak bir adaletmiş seni ihmal eden şey
Yavşak her ne kadar kafiyemi parlatacaksa da
Yargılarımı senin de karıştığın bir dilde eritip ,sokaklara tüküremem.
Ve geçmişi yenemem
Sahi
Kendi kuyruğunu kovalamayacağın bir gün : birer kahve içeriz
Yıllar çabuk geçti deriz.